“ÇOĞUNLUĞUN AZINLIĞA TAHAKKÜMÜ: CODA, SAĞIR KÜLTÜRÜ VE ÜST KİMLİK”
Bu yazıyı yazabilecek cesareti toplamak, yaşadıklarımın farkına varmak ve bir nebze de olsa tanımlamak 32 yılımı aldı. 32 yıllık yolculuk boyunca; binlerce defa içimde bir benlik yıkıldı ve ben onu yeniden kurdum "size rağmen!"
CODA olmak, sadece biyolojik değil, aynı zamanda kültürel bir mücadele. Bu mücadelenin en önemli parolası ise "Her iki kültürün yükünü, tek başına taşımak"
Bu yazıyı; defalarca yıkılmış, ertesi gün kendini daha güçlü inşaa etmiş ve her günü mücadele içerisinde geçiren CODA kardeşlerime armağan ediyorum.
Bazı kimlikler doğuştan gelir; bazılarıysa, iki kültürün arasına sıkışmış bir yaşam boyunca şekillenir.
CODA'lar yani Sağır ebeveynlerin, Sağır kültürü içerisinde yetişmiş çocukları iki ayrı dünyanın tam ortasında büyür. Sağır Kültürü'nün sessiz, kolektif ve elleriyle konuşan dünyası ve konuşan toplumun sesli ve çoğu zaman tahakküm kuran dünyası...
Sağır Toplumunun içerisine doğmak birçoğumuzu çevirmen yaparken, çevirmenlikle beraber erken yaşlarda hem iki kültürün arasında durmaya hem de yetişkin olmaya zorlamakta...
Ancak bu çevirmenlik görevi çoğu zaman bir köprü değil, bir yük haline gelir çünkü toplum, bu kültürel farkı anlamak yerine “düzeltmeyi” ya da “baskılamayı” tercih eder.
Sağır toplumunda duygular bedenle anlatılır, bağlar ise gözlerle kurulur. Kültürün kendi içerisinde yaptığımız şakalar, espriler mimiklerin “fazla” olması, duyguların “abartılı” bulunması, kelimelere değil bakışlara güvenilmesi, konuşan toplumun normlarına aykırıdır. En sonunda ise şu aptalca espriyi duyarız; "El kol yapma" :)
Ne yazık ki çoğunlukta olanlar, biraz önceki örnekte de belirttiğim gibi kendi özelliklerini evrensel sanır ve bu normlara uymayanı dışlamayı bir hak görür.
Belki biraz sert bir itham olsa da "Hayatta hiçbir şeyi başaramamış, tek meziyeti yaşamak olan bireylerin, sırf çoğunlukta yer aldığı için kendini üstün görmesi...”
Bu acımasız çelişki, sadece CODA'ların da değil azınlıkta kalan herkesin hayatına damga vurur. Üstelik bu sadece bireysel kibirle sınırlı değildir; çoğu zaman kurumsallaşmış, sistematik bir hale bürünür ve yatağınızdan kalktığınız ilk dakikadan itibaren başınızın üstünden ayrılmayan bir karabulut gibi sizinle her yere gelir.
Aynı çoğunluk, CODA’ların farklılığının "çok kültürlülükten" kaynaklı olduğunu defalarca anlatmamıza rağmen CODA'lardan “eğitilmesi”, “uyum sağlaması”, “normalleşmesi” özetle, genele uyum sağlamamız yönünde beklentisini yineler...
Bazı CODA’lar için bu baskı sadece toplumdan değil, aile çevresinden de gelir. Sağır ebeveynlerin çocuğu olmak, bazen akrabalar tarafından bir “eksiklik” gibi görülür. Bu düşünceden güç alarak, her türlü zorbalığı göstermeyi de kendilerine hak görürler. Onlara göre CODA artık sadece bir birey değil, ailesinin “kusurunu(!) taşıyan” kişidir. Bu durum da "bu bireyler" için her türlü zorbalığı göstermeye meşru bir zemin hazırlar.
"BEN KUSURLU MUYUM?"
Bu sorgulama, çoğu CODA’nın içinden geçtiği en temel krizlerden biridir. Toplum, farklı olanı sürekli "düzeltilmesi gereken" olarak gördüğünden, günün sonunda birçok CODA, "neden farklıyım?", "ben mi sorunluyum, yoksa beni sorun olarak gören sistem mi?"
Bakın sevgili dostlar :) Kusur, CODA’larda değil; çoğunlukta olup, kendi dışında kalan kimlikleri “eksik” ilan eden sistemdedir. Farklılığı zenginlik değil, sapma olarak gören bu üst kimlik anlayışı, bir baskı aracına dönüşür.
CODA sadece bir Sağır ebeveynlere sahip olmak anlamına gelmez aynı zamanda kültürel, duygusal ve politik bir pozisyon alıp, kendi dışında herkesi "kusurlu" sayan toplumun zorbalıklarıyla başa çıkmayı da ifade etmektedir.
İlk başta da belirttiğim gibi benim bu farkındalığı kazanmam 32 yılımı aldı. 32 yıl boyunca defalarca yıkılıp defalarca yeniden kalktım.